Genel olarak dil olayını, özel olarak da doğal dilleri (türkçe, ingilizce, al­manca, fransızca, vb.) kendine özgü bilimsel yöntemlerle ses, biçim, söz-dizim, anlam bakımından, daha doğrusu yapısal düzenleri ve işleyiş­leri bakımından inceleyen, bu ara­da süre içinde geçirdikleri evrimi de değerlendiren insan bilimi. Dilbilimin inceleme konusunun doğ­rudan doğruya dil olmasına karşın, günümüzde dilin bazı öbür insan et­kinlikleriyle olan ilişkileri (sözgelimi, ruhdilbilim, toplumdilbilim) de, bu bilimin inceleme alanına girmekte­dir.Dil olgusu en eski çağlardan bu ya­na insanoğlunun ilgisini çekmiş, dil konusundaki düşünce, felsefe dü­şüncesiyle birlikte doğmuştur. Uzun bir ayrılık döneminden sonra, bu iki düşünce alanı günümüzde yeniden kaynaşma eğilimindedir. Gerçekten, gerek yapısalcı düşüncede, gerek üretici-dönüşümsel dilbilgisinden kaynaklanan tasarımlarda, felse­feyle bağlantılara raslanır.
DİL VE GERÇEK
Özellikle Eski Yunan'da, geniş an­lamdaki dilbilim ile felsefeyi birbi­rinden ayırma olanağı yoktu. Aklın yapısı, doğası üstüne düşünmek, di­lin yapısı, doğası üstüne düşünme­yi gerektiriyordu. Ortaya çıkan baş­lıca sorun, düşünce ile dünya ara­sında bir aracı olan dilin, gerçeği belirtme açısından değerini bulmak­tı. Bu amaçla, dil ile gerçek ya da düşünce arasında bir uygunluk bulunmaya çalışılıyordu. Dilin ger­çeğe uygunluğu sorunu, doğalcılar ile uzlaşmacılar arasındaki tartışma­nın kökenini oluşturdu: Doğalcılar, sözcük ile temsil ettiği şey arasında doğal, dolayısıyle değişmez bir bağ bulunduğunu savunuyorlardı; uzla­şmacılara göreyse, sözcük ile temsil ettiği şey arasındaki bağ, insanla­rın yarattığı bir uzlaşmadan ileri gitmiyordu ve insanlar tarafından değiştirilebilirdi.
Sözcük ile temsil ettiği şey arasında­ki bağın (bu, Yunanlılar için sözcü­ğün "anlamı"ydı) araştırılması, söz­cüklerin kökenleriyle ilgili inceleme­lerin doğmasına yol açtı. Bir sözcü­ğün zamanla yozlaşarak ortadan kalkan gerçek biçimi yeniden saptanabilirse, biçim ile anlam arasında bir çakışma görüleceği varsayılıyor­du. Dilin düşünceye uygunluğu, dil ulamları (kategorileri) ile düşünce ulamlarını çakıştırma yolunda giri­şilen çabanın temelini oluşturdu. Nitekim Eflatun,dilbilgisi ulamları olan ad ve fiili, özne ve yüklem ulamla­rına uydurarak birbirinden ayırt et­ti. Aristoteles, bağlaç ve fiilin zama­nı kavramlarını getirdi. Stoacılar, özel adlar ile cins adlarını birbirinden ayırdılar; tanımlık, durum, fiil çekimi, fiil görünüşü, etken ve edil­gen çatı, vb. kavramları getirdiler. Trakyalı Dionysios, İ.Ö. II. yy'ın so­nunda, yunancanın dilbilgisini ya­yımladı.
Latinlerle birlikte, dile duyulan ilgi azalmaya başladı. Donatus (IV. yy.) ve Priscianus (V. yy.), yazdıkları dil-bilgilerinde, Trakyalı Dionysios'un yapıtını ele alıp öğretici hale dönüş­türmekten öteye gitmediler. Bir dizi dilbilgisi kuralının yunanca ve latincede ortak olduğu fark edildi ve bunların evrensel nitelik taşıdıkları sonucuna varıldı. Bu düşünce, latinlerin felsefeye pek yatkın olmayan ve öğretici özelliğiyle birleşince, dil­bilgisi çalışmalarına kuralcı bir özellik verdi: Artık söz konusu olan, dilin nasıl işlediğini anlamak değil, öğrencilerin ve edebiyatçıların uy­maları gereken dilbilgisi kuralları­nın türünü saptamaktı. Ancak Röne­sans'a doğru, latince ve yunancadan başka dillerin de betimlenmesi­ne başlandı; ama bu "halk" dilleri­nin dilbilgisi de latince örneğine uyduruluyordu.
Söz konusu katı geleneği kırmak, dil üstüne yeniden canlı bir düşünceyi başlatmak yolunda ilk çaba,Fransa' da 1660 'ta Port-Royal okulunun tem­silcileri Arnauld ve Lancelot'nun Grammaire generale et raisonnee'yi (Genel ve Açıklamalı Dilbilgisi) ya­yımlamaları oldu: Böylece, Eski Yu­nan döneminden sonra ilk kez, bir genel dil kuramı tasarlanıyordu. Kuram, dilin, düşüncenin görüntüsü olduğu kanısına dayanmaktaydı; bu açıdan bakıldığında, dilin yapısı, düşüncenin yapısının görüntüsün­den başka bir şey değildi; düşün­cenin bütün insanlarda aynı olması gibi, dil yetisi de aynı olacaktı; dil-yetisinin gerçekleşme biçimleri olan doğal diller arasında gözlemlenen ayrılıklar, yalnızca birer görüntü, yüzeysel farklılıklardı. Arnauld ve Lancelot böylece, kendiüğinden, dil­lerin iki ayrı yapı düzeyleri bulun­duğu savını ileri sürdüler: Düşünce ile dilin biçimsel özdeşiğinin ortaya çıktığı bir derin yapı; raslantısal etkilere açık bir yüzeysel yapı (bu sav çağımızda en yeni dilbilim akımı olan üretici-dönüşümsel akım tara­fından yeniden ele alınmıştır).
ARTSÜREMLİLİKVE EŞSÜREMLİLİK
XIX. yy'ın başlarında, öbür bilimler gibi, dilbilim çalışmalarında da bakış açısı değişti; yüzyıl süreyle her şeyde, tarihsel ("artsüremli'') bakış açısına ağırlık verildi ve araş­tırmacılar, dillerin zaman içindeki evrimi ile aralarındaki akrabalık bağları üstünde durdular: İlk olarak William Jones sanskritçe, latince ve yunanca arasındaki akrabalığı sap­tadı. Tarihsel dil incelemeleri daha sonra J. Grimm (1785-1863), F. Bopp (1791-1867), W. von Humboldt (1767-1835), F. K. Brugmann tara­fından sürdürüldü. Sonuçta, Avru­pa dilleri ile Hint ve İran dilleri arasında bir akrabalık bulunduğu saptandı: Bütün bu diller, günümüz­de yok olmuş bulunan bir ana-dil-den, ilkel Hint-Avrupa dilinden kay­naklanıyordu. Bu çalışmalar aracılı­ğıyla, dilbilim ilk kez olarak bir bilim dalı niteliği kazandı. Ayrıntılı ve kesin incelemeler en çok sesbilgisi, yani dilin en somut görünüşü olan seslerin incelenmesi üstünde yoğun­laştırıldı.
Modern dilbilimin temel öğelerinden biri sayılan kesinlik anlayışı için­de, her değişikliğin bir yasaya uyduğu, kuraldışı durumlarda da gerekçelerinin gösterilmesinin zo­runlu olduğu ileri sürüldü. Tarihsel araştırmaların güçlü yanı olan göz­lemlenebilir verilere çok yakın olma eğilimi, aynı zamanda zayıf yanları­nı da oluşturuyordu.
Tarihsel dilbi­lim, saptanan olguları açıklama düzeyine erişemediği gibi, gözlemle­rini bir kuramsal dizge çerçevesin­de birleştirmeyi de başaramıyordu. İncelemelerde her sözcük, her ses ayrı ayrı ele alınıyor, bütünleştir­me yolunda bir çabaya gidilmiyordu. Tarihsel dilbilimin bu kusurlarını eleştirmekle yola çıkan İsviçreli dil­bilimci Ferdinand de Saussure'ün ünlü yapıtı Genel Dilbilim Dersleri (Cours de linguistique generale, 1916), öğrencileri Charles Bally ve Albert Sechehaye tarafından yayım­landı ve bütün modern dilbilim ku­ramlarının temelini oluşturdu. Ger­çekten günümüzde, dilbilimcilerin kullandıkları kavramların çoğunu Saussure getirmiştir; en önemlisi, genel dilbilim adı verilen ve dilin en genel niteliklerini araştıran bir bilim dalının varlığını ilk kez belirtmiş olmasıdır. Saussure, yapıtta, dilbi­limin nesnesini (inceleme konusunu) belirlemiş ve eşsüremlilik, dizge, söz ile dil arasındaki ayrım, vb. kav­ramları ortaya atmıştır. Genel Dilbilim Dersleri'nin temel dü­şüncesi, tarihsel dilbilime özgü bakış açısının tersyüz edilmesidir. Gerçekten, tarihsel dilbilim, dili hiçbir zaman bir bütün olarak ele alamamış, ayrıntılardan ileri geçe­memişti. Oysa dilin dizgesini, iç dü­zenlenişini kavrayabilmek için, za­man içinde bir yatay kesit açmak, böylece belli bir dilin belli bir anda­ki durumunu incelemek gerekir. İşte bu inceleme, eşsüremli (ya da eşza­manlı) bir incelemedir. Oysa tarih­sel inceleme, artsüremli (ya da art-zamanlı bir incelemedir. Sözgelimi, "1950 yılının türkçesi"ne ilişkin bir betimleme, eşsüremli bir inceleme­dir; buna karşılık,türkçede XVII. yy' dan 1950'ye kadar gerçekleşen deği­şikliklerin betimlenmesi, artsüremli bir inceleme oluşturur. Saussure, bu konudaki görüşünü satranç oyunu örneğiyle açıklamış­tır: Oyun sırasında satranç tahtası­nın görünümü durmadan değişir; ama, her an, oyunun vardığı aşama, parçaların konumuyla betimlenebi­lir. X durumuna nasıl (oyunun hangi hareketleriyle) gelindiğinin pek öne­mi yoktur: içinde bulunulan aşama, daha önceki hareketler göz önüne alınmaksızın, eşsüremli olarak be­timlenebilir. Bu eşsüremli bakış açısı, dilyetisinde, tam anlamıyla, konuşan kişinin davranışına denk düşer: Belli bir dili konuşan kimselerin büyük çoğunluğu, di­lin tarihi konusunda herhangi bir bilgiden yoksundur; ama bu, onların doğru konuşmalarını engellemez. Saussure'ün amacı, dilin nasıl işle­diğinin anlaşılmasıdır; buna ulaş­mak için de tek yol, dile, dili kulla­nanın açısından bakmaktır.
İŞLEVSEL BİR DİZGE
Dizge kavramı işleyiş kavramından ayrılamaz. Dilin işleyişinden söz et­mek, onu bir düzenek (mekanizma) olarak düşünmek demektir. Dil öğe­lerinin oluşturduğu dizgede her öğe, ancak öbür öğelerle kurduğu bağ­lantıya göre ve öbürlerinden ayrıl­dığı yanlarla değerlendirilir. Dil her öğeyi birleştiren bir bağıntılar ağı­dır. Saussure'den sonraki dilbilim­ciler dizge teriminin yerine yapı te­rimini getirmişlerse de, temel kav­ramlar değişmemiştir. Saussure'den kaynaklandığını belir­ten akımın adı olan "yapısalcılık", "yapı" teriminden türemiştir. Bu dil dizgesi, dilbilimin özgül nesnesidir. Saussure, önce doğal dillerin dışın­daki bütün gösterge dizgelerini apayrı özellikler taşıdıkları için dil­bilim alanının dışına atmış, daha sonra söz ile dil'i birbirinden ayırt etmiştir.Saussure'e göre söz, konu­şucunun konuştuğu sırada yaydığı, gerçekleştirdiği şeydir, "dilsel" üre­timin ta kendisidir; sözlü de olabi­lir, yazılı da; dilbilimci bu gereç üs­tünde çalışır. Buna karşılık, dil, her birimizin içinde birikmiş olan bilinç­siz dizgedir; sözün üretilmesine olanak verir; dilbilimcinin sözü ince­leyerek tanımak istediği nesne, dildir. Dilbilim bu nesneyi, yalnız­ca betimleyici bir açıdan ele alır; hiçbir kuralcı önyargısı yoktur; yani başkalarına izlemeleri gereken bazı kuralları önermeyi amaçlamaz. Na­sıl konuşulacağını belirtmez; göz­lemlenen tüm olguları, "doğru kulla­nım" ile "yanlış kullanım" arasında ayrım gözetmeden, nesnel olarak betimler. Dilin her türlü gerçekleş­mesiyle ilgilendiği gibi, bütün diller­le de ilgilenir. Dilbilim için bir Polinezya lehçesi de ingilizce kadar önemlidir. Ayrıca, konuşma diline ağırlık tanır: Gerçekten, söz her za­man yazıdan önde gelir; üstelik dün­yadaki birçok dil yazıya geçirilme­miştir.
ÜÇ BÜYÜK DİLBİLİM OKULU
Bütün XX. yy. Avrupa dilbilimi Saussure'den kaynaklanır. Meillet, Guillaume, Benveniste gibi belirli bir akıma sıkı sıkıya bağlı kalmadan çalışmış birkaç dilbilimci dışında, dilbilimde üç büyük eğilim belirlenebilir: Prag Okulu; Kopenhag Okulu; Saussure'ün bakış açısına yaklaşan Amerikan Okulu.
Başlıca temsilcileri Nikolay Trubetskoy ve Roman Jakobson olan Prag Okulu, 1920-1930 yılları arasında sesbilim'i, yani bir dilin, seslerinin karşılıklı bağıntıları açısından ince­lenmesi olayını ortaya attı. Prag Okulu'nun çalışmalarını Fransa'da sürdüren Andre Martinet, ses düze­yinde önemli sonuçlar vermiş bulu­nan bakış açılarını, dilin öbür düzeylerine (biçimbilim ve sözdizim) uyarlamaya çalıştı (dilin öğelerini bildirişim çerçevesi içinde tanımla­yan Martinet'nin geliştirdiği kura­ma, işlevselcilik adı verilir). Kopenhag Okulu'nda Louis Hjelm-slev ve Knud Togeby, glosematik'i (yunancada "dil" anlamındaki glossa'dan] kurdular. Dilin töz değil, bi­çim olduğunu savunan Saussure'e yakın kalmayı amaç alan glosematiğe göre, dil, yalnızca ayrılıklara da­yanır; dilin kurucu öğeleri olduğu ileri sürülenler, bağıntı demetlerin­den başka şey değildir. Glosematik böylece, bir dil cebiri kurmaya yö­nelmiştir.
A.B.D'nde de, Saussure'den bağım­sız olarak, güçlü bir dilbilim okulu gelişmiştir ve Saussure'ün bakış açı­sına çok yakın olduğundan, çoğun­lukla "yapısalcı" diye adlandırılır. Bu okulun özgünlüğü, doğrudan doğ­ruya uygulamaya yönelmesidir; bu tutum da, konuşanlarının sayısının giderek azaldığı Amerika kızılderilerinin dillerinin, yok olmadan önce betimlenmesinden kaynaklanır. Alan çalışmalarının gerekleri, A.B.D'li dilbilimcilerin, Saussure'ün yaklaşımına varmalarına yol açmış­tır: Konuşma diline öncelik verilme­si (inceledikleri dillerin bazıları yazıya geçirilmemişti); eşsüremli ve yalnızca betimleyici bakış açısının benimsenmesi.
Bu arada, bilimsel nesnellik arayışı, bazı A.B.D'li dilbilimcileri mekanikçi (mekanist) bir dil anlayışına yöneltti; bu anlayış ruhbilimdeki davranışçılığın sunduğu modeli ör­nek alıyordu. A.B.D. yapısalcılığının başlıca temsilcisi Leonard Bloomfield, insanın bütün davranışları gibi, dilyetisinin de, düşünce, irade gibi iç etmenlerden bağımsız olarak, bü­tünüyle dış koşullarla açıklanabile­ceğini savundu ve bu anlayışı, ruhbilimsel açıklamalarda aşırıya kaç­tığını söylediği "anlıkçılık"a (mantalizm) karşı çıkardı. Betimlemenin nesnelliğini sağlayabilmek için de, anlam çözümlemesini dilbilimin dışı­na itti. Bloomfield'e göre, dilbilimci yalnızca gözlerinin önünde bulunan somut metnin ("bütünce") gereci üs­tünde çalışmak zorundaydı. Söz konusu savların en ilgi çekici gelişmesi, Z.S. Harris'in 1950 yıllarına doğru geliştirdiği dagılımcılık' tır. Dağılımcılık her şeyden önce bir yöntemdir:Bellibir bütünce'denyola çıkarak (bir metin ya da metinler bütünü), bu bütünceninb ağlı olduğu dilin dilbilgisini saptamaya yaraya­cak yolları araştırır. Temel yöntem, birimlerin bütün dağılımlarının sap­tanmasıdır (dağılım, bir birimin or­taya çıktığı bağlamların tümüdür). Dağılımları aynı olan birimler, eşde­ğerli birimler sayılarak aynı sınıfta birleştirilir. Amaç, biçimsel bir ölçütle belirlenmiş sınırlı sayıda ge­nel sınıfa ulaşmaktır. Bu sınıflardan yararlanılarak, tümceler "formül­ler" belirtilebilir. Bu yöntemin umulan sonuçları ver­memesi ve Harris'in kendine yeni bir doğrultu araması üstüne, öğren­cilerinden Noam Chomsky, 1957 yılı­na doğru yapısalcı ve dağılımcı dil­bilime kökten bir eleştiri yönelterek, dilbilimde yeni bir devrim yarattı; dağılımsal çözümlemede kullanılan sınıflandırma tekniğinin, bazı dil ol­gularını açıklayamadığını kanıtladı. Chomsky'nin getirdiği eleştirilerin en önemlisi, dağılımcı bakış açısı­nın, bir konuşmacının o zamana kadar hiç duymadığı, dolayısıyle belleğinde bir bütünce oluşturma­yan sayısız tümce üretme ve anlama olanağını açıklayamamasıydı (ko­nuşmacının yaratıcılığı, bir dilin dil-bilgisinin, birimlerin "sonlu bir bü­tünce" deki yalın düzenlemesini aştı­ğını kanıtlar).
KAYNAKLARA DÖNÜŞ
Söz konusu gözlemlerden yola çıkan Chomsky, dili bir süreç olarak ele alan üretici ve dönüşümsel dilbilgisinin temellerini attı. Bu açıdan bakılınca, dili bilmek, ortaya konu­lan birimleri sınıflamak değil, doğ­rudan doğruya süreci incelemektir. Bu amaçla yüzeysel yapı aşılacak, altındaki derin işlemler de ancak bu yolla anlaşılabilecektir. Böylece, beklenmedik bir dönüş yapan dilbi­lim, Port-Royal dilcilerinin dilin çift düzeyi (derin düzey ve yüzeysel düzey) düşüncelerine dönmüş olu­yor, Chomsky'nin çalışmalarıyla, dilbilim denilen inceleme dalı ile dil felsefesi arasında yeniden bir bağ­lantı kuruluyordu. Gerçekten, bir metni betimlemekle kalınmayıp, di­lin işleyişini açıklamaya kalkışılın­ca, bu işleyişin nasıl gerçekleştiği konusunda, özellikle de dil ile düşünce arasındaki ilişkiler konu­sunda, sorular sorma gereği doğ­maktaydı. Chomsky'nin başlıca girişimi, dil konusundaki düşünceyi genişletmek ve dağılımcıların, aşırı bir bilimsel kesinlik kaygısıyla bir yana ittikleri şeyleri yeniden dilbilimin alanına almak oldu: Anlam, tümeller (tüm dillere ortak özellikler), vb. sorun­lar. Günümüzde dilbilim, bütün "klasik" alanları (artık geleneksel­leşmiş alanlar) kapsadığı gibi, yeni dallararası alanları da kapsamakta­dır ("klasik" alanlar özel dillerin eşsüremli betimlemesini, Saussure' ün başlattığı ditin genel nitelikleri üstüne düşünmeyi, dillerin ve lehçe­lerin coğrafi dağılımının ve tarihsel evrimlerinin incelenmesini içerir).
DALLARIN ÇOĞALMASI
Genel dilbilim, incelemesini, özel bir dille sınırlamaz, bilinen bütün dille­re ve dil olgularına dayandırır; insanın dilyetisinin genel nitelikleri­ni belirlemeye çalışır. Coğrafi dilbilim, dillerin ve lehçele­rin uzamda dağılımını inceler. Dilye­tisinin somut gerçekleşmelerinin, konuşmacıların yaşadıkları yerlere göre değiştiği gözleminden kaynak­lanır: İnsanlar değişik diller konu­şurlar; hattâ, aynı dilin içinde yerel ayrılıklar (lehçeler ve ağızlar) göze çarpar.Tarihsel dilbilim, XIX. yy. geleneği­ni sürdürerek, dillerin zaman için­deki evrimini inceler. Yeni inceleme alanlarıysa, dil ile dilin işleyişine sıkı sıkıya bağlı olan gerçeğe ilişkin özellikler arasındaki bağıntıları anlama gereğinden kay­naklanmışlardır.
1954'e doğru doğan ruhdilbilim, dil­sel üretimi ve ditin anlaşılmasını etkileyen ruhsal düzenekleri tanı­maya çalışır. Matematiksel dilbilim, dilde matematiksel tipte yapılar bul­maya yönelir. Toplumdu bilim, top­lumsal rollerin dil kullanımında nasıl yansıdığını araştırır. Sinirdilbilim, beyin zedelenmesinden ileri gelen dilyetisi bozukluklarıyla ilgile­nir. Gösterge bilim, genelde gösterge dizgelerinin yapısını ve anlam üreti­minin süreçlerini inceler. Dilbilim ile edebiyatın sınırında yer alan biçembilim (üslupbilim), sözbilim (retorik) ve yazınbilim (poetik) gibi dallarsa, ortak dilden elde edilebile­cek özel etkileri çözümlerler. Dalların böylesine çoğalması, dilbi­limin gelişmesini ölçme olanağını, vermektedir. Yüzyılımızın başların­dan bu yana gerçekleşen gelişme­sinden ve ortaya attığı sorunların genişliğinden ötürü, bu bilim dalı, günümüzde "öncü bir bilim dalı" sayılmaktadır.
TÜRKİYE'DE DİLBİLİM ÇALIŞMALARI
Türk dili üstüne çalışmalar Osmanlı İmparatorluğu döneminde başla­makla birlikte bu çalışmaların dilbilimsel nitelik kazanması, cumhuri­yet dönemiyle birlikte, özellikle Ata­türk'ün Türk Dili tetkik Cemiyeti'ni(sonradan Türk Dil Kurumu adını aldı) kurdurmasıyla (1932) başladı, ilk çalışmalar, XIX. yy. karşılaştır­malı dilbilim doğrultusunda, türk di­linin tarihsel kökeninin araştırılma­sına yönelikti ve "Güneş-Dil Teorisi" diye adlandırılan görüşe dayanıyor­du. Bu çalışmalar gün geçtikçe uy­gulamaya dönüştü; geçmişte türkçeye aktarılmış yabancı sözcüklerin arındırılması ve bu sözcüklerle birlikte türkçeye giren arapça, faraça kurallarının bırakılması üstünde yoğunlaştırıldı.
Daha sonraki yıllarda üniversitele­rin dil ve edebiyat bölümlerinde, özellikle de yabancı dil ve edebiyat­larla ilgili bölümlerde, genel dilbi­lim, uygulamalı dilbilim, vb. dersler verilmeye başlandı. 1960 yıllarının sonuna doğru bu alandaki yayınlar arttı. Çeşitli dergilerin (Türk Dili, Dilbilim, Boğaziçi Üniversitesi Der­gisi, Genel Dilbilim Dergisi, İzlem, Bağlam, F.D.E, Yazko Çeviri, Çağ­daş Eleştiri, vb.) dilbilim konusunda telif ve çeviri yazılar yayımladıkları görüldü; üniversitelerde dilbilime yönelik doktora tezleri yapılmaya başlandı. E.A.Nida'nın (Dilbilim Üzerine Tartışmalar},F.de Saussure' ün (Genel Dilbilim Dersleri) ve j. Lyons'un (Kuramsal Dilbilime Giriş.) kitaplarının çevirileri yayımlandı. Ayrıca, çeşitli kuramcıların yapıtla­rından seçme parçalar içeren çeviri dilbilim kitapları çıktı. Çağdaş dilbi­limin kuram ve yöntemlerinden yararlanan araştırmacıların, Türkçenin yapısına ilişkin çözümlemeler, betimlemeler yapmaya giriştikleri görüldü. 1960 yıllarından günümü­ze, kuramsal ve uygulamalı alanlar­da yayımlanan yapıtların sayısı da günden güne arttı. Söz konusu yapıtlar arasında özellikle şunlar sayılabilir: Lengüistik Metodu (Ö. Başkan, 1967); Dil, Diller ve Dilcilik (A. Dilâçar, 1968); Dilbilim Sorun­ları (B. Vardar, 1968);Yapısal Dilbi­limi (S. Bayrav, 1969); Her Yönüyle Dil. Ana Çizgileriyle Dilbilim (D. Aksan, 3 cilt, 1977, 1980, 1982); Söyleyiş Sesbilimi, Akustik Sesbilimi ve Türkiye Türkçesi (N. Selen, 1979);Türkiye Türkçesinin Ses Düze­ni. Türkiye Türkçesinde Sesler (Ö. Demircan, 1979); Dilbilim ve Göstergebilim Kuramları (M. Rifat, temel metinlerin çevirisiyle birlikte, 1983); vb. Ayrıca Türk Dil Kurumu terim sözlükleri dizisinden Dilbilim ve Dilbilgisi Terimleri Sözlüğü (ortak yapıt, 1980) yayımlandı