Yazın 4 güne sıkışan bir tatilde iki kitap okudum:
Biri Erdal Doğan'ın Sevgi Soysal biyografisiydi. (Everest, 2003).
Doğan, çoğu biyografi yazarı gibi, izini sürdüğü kahramanla özdeşleşmiş belli ki... Sevmiş onu...
O kadar ki, her gördüğüne Sevgi'yi anlatmaya başlamış.
"Yoksa âşık mı oldun" demiş etrafındakiler...
O da kitabının adını öyle koymuş:
"Yaşasaydı âşık olurdum".
Bu isim, ilk duyduğum anda bir soru çağrıştırdı bende:
"Birine âşık olmak için yaşaması mı lazım?"
Sadece kanlı canlılara, akıllı uslulara, dengi dengimize mi âşık oluruz;
yoksa aşk, zamandan, mekândan, imkândan hatta insandan bağımsız, bizim besleyip büyüttüğümüz,
söz dinlemez, hesaba gelmez bir tutkunun adı mıdır?
Vuslat mıdır o tutkuyu aşk yapan, vuslatsızlık mı daha çok...?
Aşk, "mutluluğa kapılar açtıkça" mı alevlenir;
yoksa acılar, hasretler, hatta zulümler doğurdukça mı şehvetinden..?
Ferhat ile Şirin'i, Leyla ile Mecnun'u, Romeo ile Jülyet'i efsaneleştiren,
imkânsız bir sevdayı göze alıp kavuşamama bahtsızlıkları değil midir?
Vuslata erip bahtiyar olsalar, bir yastıkta kocasalar,
mutlu evliliklerinin öyküsünü dinler miydik asırlar boyu...?
Sakın yakınlaştıkça kaybolan bir serap olmasın aşk?
* * *
Sorularımın cevabı, yazın okuduğum ikinci kitaptaydı:
Cem Mumcu'nun "Sahici Aşklar Külliyatı"nda... (Okuyan Us, 2003)
Daha ilk öyküde zıpkın yemiş gibi çakıldım.
Bir kambur kızın öyküsünü anlatıyordu Mumcu; kendi hayatından akıp geçmiş bir düş gibi...
Ilkokuldan sınıf arkadaşıydı o kız...
Üniversiteyi bitirip eski mahallesine döndüğünde hasta olduğunu öğrenmişti.
Dişçi muayenehanesindeki işine de gitmiyordu 5-6 aydır...
Odasından çıkmadığını, hiç konuşmadığını öğrenmişti.
Evine gittiğinde Ayşe'yi yatakta bulmuştu. Zayıflamıştı, ama mutluluk yüzünden okunuyordu.
Onu görünce "sus" işareti yapmış ve "Sakın kimseye söyleme, 6 aylık hamileyim" demişti.
Oysa zayıf karnı hiç büyümemişti.
O günden sonra her gittiğinde Ayşe'yi biraz daha zayıflamış bulmuştu.
O ise hep aynı şeyi söylüyordu:
"Iyice büyüdü artık, tekmelemeye başladı".
Bunu söylerken, eliyle sırtındaki kamburu okşuyordu.
* * *
Meğer muayenehaneye gelen bir adamı kapı aralığından görmüş ve tutulmuş Ayşe...
Her gördüğünde aşkı biraz daha büyümüş. Adam onu görmese de ondan "gebe kalacak" kadar sevmiş onu...
"Kamburunun içinde bir bebek büyüttüğü duygusunu yaşayacak kadar..."
Soruyordu yazar:
"Hem aşk dediğin, hep âşık olana göre değil midir ki..?"
Ayşe'nin sırrını söylememiş kimseye...
9 ay 10 gün sonra eve gittiğinde kambur kızın ölü bedenini bir bıçağın üstünde yatarken bulmuş:
"Kafası düşmüştü ama yine de yere değmiyordu. Yüzü çok güzeldi.
Dünyanın en güzel annesiydi. Gülümsüyor gibiydi.
Doğururken ölmüştü. Eğildim, iki elimle kıpkırmızı bir bebeği tutarcasına avuçladım yerdeki kanı...
Kimsenin görmediği, göremediği bu bebek, hayatımda gördüğüm en güzel aşk çocuğuydu..."
* * *
Sizce "mutluluğa kapılar açtıkça" mı efsaneleşir aşk;
yoksa acılar, hasretler, hatta zulümler doğurdukça mı şehvetinden..?
Yoksa "aşk dediğin, âşık olana göre midir?...